Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı Önder Kahveci, 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü dolayısıyla bir mesaj yayınladı.
“1757 yılından beri Çin işgali altındaki Doğu Türkistan, boğazımızda düğümdür” diyen Genel Başkan Kahveci, “Bir buçuk asırdan beri zulme uğrayan, soykırım gören, evlerinden yurtlarından edilen soydaşlarımızın görmezden gelinmesi ne Türkiye ne de dünya nezdinde bir anlam ifade etmiyorsa bugün dünyada insan haklarından söz etmek mümkün değildir” dedi.
Genel Başkan Önder Kahveci mesajında şu satırlara yer verdi;
“İnsan hakkı denilen olgu, belli nitelikteki düzenin sağlanabilmesi için gereken ilkeler bütünüdür ve zamana ve ortama göre değişir, gelişir. İnsan hakkı kavramı, temel tanımıyla, insanın sadece insan olarak doğmuş olmasından dolayı sahip olduğu hakları ifade eder. Bu haklar, insanın yapısına ve değerlerine ilişkin bilgilerden türetilmiştir. İnsanın sahip olduğu değerleri geliştirmek, insanlığın davası olmalıdır. İnsan haklarını var edebilmek; eldeki imkânlarla, insanlığın geldiği noktayı ve insan olarak değerini korumakla olur.
Bir canlının en önemli hakkı, yaşama hakkıdır. Ona yaşama hakkı tanımadan başka hak ve özgürlüklerden faydalandırmaya çalışmak anlamsızdır. Bugün dünyanın birçok bölgesinde hak ve özgürlük kisvesi altında katliamlar yaşanmaktadır. Eğer evrensel bir değeri, bir zümrenin uhdesine bırakırsanız, artık o değer evrensel olmaktan çıkar ve kişisel bir durum halini alır. Ne yazık ki; tüm dünyada temel hak ve özgürlükler konusunda yaşanan sorunlar, evrensel değerlerin bir grubun eline teslim edilmesinden dolayı ortaya çıkmaktadır. Baskın güçler, kendi çıkarlarına uygun bulduğu toplumlar için demokrasi ve insan hakkını öngörmekte, bunun dışındaki toplumlara ise yaşama hakkı dahi tanımamaktadır.
Hep söylediğimiz gibi, biz yüreğimizde Irak’ta dökülen kanın sızını duyuyoruz. Biz dağlık Karabağ’da yaşanan Hocalı soykırımına ağıtlar yakıyoruz. Filistin’de, Arakan’da yaşananlara ağlıyoruz. 1974 Kıbrıs Harekâtından önce Türklere yapılan soykırıma varan etnik temizlik mezalim hafızalarımızdan silinmez. İran Türklüğünü unutmayız, unutamayız. Batı Türklüğüne karşı Avrupalı ülkelerin yürüttüğü asimilasyon temelli entegrasyona, inançlarımıza ve dilimize karşı yürüttüğü anlaşılmaz tutuma hep birlikte “Hayır” deriz.
1757 yılından beri Çin işgali altındaki Doğu Türkistan, boğazımızda düğümdür. Bir buçuk asırdan beri zulme uğrayan, soykırım gören, evlerinden yurtlarından edilen soydaşlarımızın görmezden gelinmesi ne Türkiye ne de dünya nezdinde bir anlam ifade etmiyorsa bugün dünyada insan haklarından söz etmek mümkün değildir.
Çin zulmünden kaçan soydaşlarımız, anayurtlarında yaşayan yakınlarından haber dahi alamazken, zulmün boyutlarının soykırıma dönüştüğü görülmektedir. Doğu Türkistanlı soydaşlarımızın binlerce yıldır yaşadığı topraklar işgal altında olduğu gibi seyahat özgürlükleri kısıtlanmakta, doğum kontrolü yoluyla nüfuslarına müdahale edilmektedir.
Eğitim kampları adı altında tek tip kıyafetlerin giydirildiği, kulelerde askerler tarafından kontrol edilen toplama kamplarında işkencelere maruz bırakılan soydaşlarımızın yaşadığı zulüm yürekleri dağlamaktadır. Dini inançlarına kadar müdahaleye uğrayan, zorla içki içirilen kardeşlerimizin çektiği bu sıkıntıların, bilhassa İslam dünyasında karşılığının olmaması anlaşılır gibi değildir.
Biz, öncelikle yaşama hakkına inanırız. Yaşama hakkı topluma ve onun siyasal örgütlenmesi olan devlete ciddi ve ağır görevler yüklemektedir. Devlet bir yandan insanca yaşama hakkının sağlanması için gerekli hukuksal örgütlenmesini kurarken, diğer yandan da toplumda var olan ekonomik, sosyal tüm zayıflıkları gidererek, ilkeli ve objektif yaşam şartlarını oluşturmalı ve korumalıdır. Bunun için kanunlar çerçevesinde her türlü önlemi almak zorundadır. Yaşama hakkı öyle önemlidir ki, vatandaş için devletin varlığı anlamına gelir. Devlet yaşama hakkının korunması için bir taraftan hukuksal düzenlemeler yaparak bu hakkı güvence altına alırken diğer taraftan da ekonomik ve sosyal yönden önlemler alarak insanca bir yaşam sağlamak için gerekli koşulları hazırlar.
Çin hükümeti, zorla kendi topraklarına kattığı ve zorla vatandaş yaptığı soydaşlarımızdan yaşama hakkını dahi esirgerken hangi insan hakkından bahsedecek, hangi değerleri savunacağız? Bu nedenle özellikle Birleşmiş Milletler’in dünyanın kanayan yarası haline gelmiş olan bu soruna eğilmesini istiyoruz. Dünya İnsan Hakları Günü’nde Türk hükümetinin de Birleşmiş Milletler nezdinde derhal girişimlerde bulunmasını bekliyoruz.
Bir sendika olarak örgütlenme ve hak arama mücadelemizi temel insan hakkı olarak kabul etmekte, kutsal bir hak olarak telakki etmekteyiz. Bu hakkımızı kullanmak noktasında, ülkemizdeki düzenlemeleri ve uygulamaları uluslararası sözleşmelerle belirlenen standartlara çıkarmak için mücadele vermekteyiz. Ülkemizi yönetenlerden talebimiz, uygar toplumlarda olan ekonomik, sosyal ve sendikal hakların ülkemiz çalışanlarına da sağlanması yönündedir.
Günümüzde değişen toplumsal ve ekonomik yapı nedeniyle, insanların büyük çoğunluğunun yegâne yaşam kaynağı, sahip oldukları iş ve elde ettikleri gelirdir. Dolayısıyla en temel insan hakkından biri olan çalışma hakkı, giderek daha yaşamsal hale gelmektedir. Küreselleşen dünyada, küresel sermayenin, çalışanların elinden insanca yaşama hakkını almaması için her çalışana kendisi ve ailesinin insanca yaşamasına yetecek kadar ücret alması hakkını vermek zorundayız.
İnsan hakkı, kuşkusuz bir evrensel değerdir. Ne bu değeri sahiplenmek ne de onun dağıtımını yapma hakkını kendi tekelinde görmek insan hakkı kavramının özüne uygundur. Bugün gelinen noktada insanlık için tek çıkar yol, barış içinde kardeşçe yaşamayı hedef alan bir düzen sağlamaktır. Yaşama hakkı temelinde, nimetin ve külfetin eşit paylaşıldığı demokrasiler inşa etmek zorundayız. Bizler insan hakkı gibi kavramları; demokrasi, özgürlük gibi erdemleri birilerinin tekeline bıraktığımız sürece yaşanan sorunlar devam edecek, bu kimseler adaleti, istediği kimselere istedikleri kadar dağıtacaklardır. Unutulmamalıdır ki; insan hakkı kisvesi altına sığınıp, katliam yapanlar karşısında; yaşama hakkını kullanmak isteyenlerin verdiği mücadele daha kutsal, daha erdemli ve insan haklarına daha uygundur. Bu nedenle insan haklarından bahsederken, yapılması gereken ilk şey, insan hakkını zümrelerin, grupların ya da sermayenin tekelinden kurtararak gerçek sahibi olan insana, şartsız, koşulsuz, “ama” sız teslim etmektir”